Yahudilikte Kutsal Toprakların Dinsel Önemi

YAHUDİLİKTE KUTSAL TOPRAKLARIN DİNSEL ÖNEMİ

 Prof. Dr. Baki Adam

Yahudilikte kutsal toprak, dinî açıdan, çok önemlidir. Tevrat’a baktığımızda, Hz. Musa’ya gelen vahiylerin bir kısmı kutsal topraklarla ilişkilendirilmiştir. Örneğin “Sana vaat ettiğim kutsal topraklara girdiğin zaman başına bir kral seçeceksin veya o kral şu şu özelliklere sahip olacak, kralın seçimi şu şekilde olacak, atanması şu şekilde olacak” şeklinde detaylı emirler vardır. Kısacası, Tevrat’taki pek çok emir ve yasak ileriye dönüktür. Zira Hz. Musa, kutsal topraklara hiç gidememiştir. Öyleyse Tevrat’ta bulunan bu tür hükümlerin uygulama safhasına geçebilmesi, İsrailoğullarının kutsal topraklara girmeleriyle mümkün olacaktır.

Kutsal toprakların, Yahudiler açısından diğer bir önemi ise, oranın dünyanın merkezi olmasıdır. Öldükten sonra haşir, kutsal topraklarda gerçekleşecektir. Bu sebeple Yahudilerin kutsal topraklara göç etmeleri gerekir.

Yahudilikte ibadetler de kutsal topraklarla bağlantılıdır. Hz. Süleyman tarafından takriben M.Ö. 966 yılında inşa edilen mabet, Yahudilikte çok önemlidir. Bütün dinlerde mabet vardır, ancak Yahudilikte mabet denilince, ibadet edilen herhangi yer kastedilmez. Yahudiler için mabet, Tanrı’nın İsrailoğullarına vaat etmiş olduğu kutsal toprakta, gene, O’nun bildirdiği yerde ve O’nun emriyle inşa edilen yer akla gelir. Burası, kurban sulaklarının ve günahlardan arınma ritüelinin icra edileceği bölümlerin de bulunduğu geniş bir yapıdır. İbadetlerin büyük bir kısmı bu mabette gerçekleştirilmesi gerekir. Yani, günde üç vakit olan ibadet Tanrı’nın seçtiği kutsal yerde yapılması gerekir. Bugün, kutsal topraklarda yaşmayan Yahudiler ibadet etmiyor mu? Elbette ediyor, ancak ibadetler, bu büyük mabedi sembolize eden sinagog veya havra denilen mahallî ibadet yerlerinde yapılmaktadır. Bu ibadetlerin geçerliliği, asıl mabette yapılan ibadetler kadar değildir. Bunlar sadece birer geçmişi anma ve yaşatma amacı taşır. Kurban takdiminin bol olduğu, çeşitli vesilelerle Tanrı’nın İsrailoğullarından çokça kurban istediği ve kurbanların da ancak mabette mümkün olduğu göz önüne alınırsa, Yahudiler açısından kutsal toprakların önemi daha iyi anlaşılır.

Günahlardan arınıp temizlenme işlemi, aynı şekilde, mabette yapılan özel törenle gerçekleştirilir. Bugün, İsrail’deki dindar Yahudiler kendilerini potansiyel olarak tame; yani, necis olarak değerlendirirler. Çünkü necis olmak, insanın gündelik hayatında her an mümkündür; otobüste giderken temiz olmadığına inanılan herhangi bir şeye değmek necislik âlametidir. Bundan temizlenmek de, gusül abdesti veya abdest almakla gerçekleştirilmez. Arınma ancak mabette kahin eşliğinde özel bir ritüelle mümkün olacaktır.

Yahudiliğin bugün, pek çok emir ve yasağı, kutsal topraklara sahip olmalarına rağmen, uygulanmamaktadır. Mabedin bulunduğu alana Yahudiler sahipler. Fakat mabedin yerinde Müslümanların kutsal mekânları Mescid-i Aksa bulunmaktadır. Bildiğiniz gibi bu alan 144 dönümlük geniş bir araziden oluşuyor. Mabet Dağı olarak bilinen bu yer, Doğu Kudüs ile Batı Kudüs arasında, Kudüs’ün tam ortasında yer almaktadır. Doğu Kudüs’ün yönetimi, 1967’de İsraillilerin eline geçmiştir. İsrail’in egemenliğinde bulunan Doğu Kudüs, aynı zamanda mabedin yerinin de bulunduğu bölgedir. Üzerinde Mescid-i Aksa bulunduğu için, bunu yıkıp yerine Hz. Süleyman tarafından inşa edilen kendi mabetlerini yeniden inşa edememektedirler.

Yahudiler, tarih boyunca, varlıklarını bu mabet sayesinde sürdürebilmişlerdir. Yani mabet, her ne kadar yıkılmış olsa da, Yahudilik bilincini canlı tutan bir sembol olmuştur. Şu anda dindar Yahudilerin tek beklentisi, bu mabedin yeniden inşa edilmesidir. Kotel olarak adlandırılan ağlama duvarı, Mescid-i Aksa’nın hemen bitişiğinde yer alır. Burası eski mabedin batı yönünde yer alan dış duvarıdır. Bu duvarın önünde her gün geçmiş için ağıt yakarlar ve o eski mabedin yeniden inşa edilmesi için Tanrı’ya yakarırlar. Beklentileri hep bu yöndedir. ‘Bu sene olmadı, ancak gelecek sene olacak derler.’ Bu aynı zamanda, mesih beklentisini de ifade eder. Oradan ‘bu sene mesih gelmedi, mabet inşa edilemedi ve biz mabette, Tevrat’ta ifade edildiği şekilde ibadet edemiyoruz, ancak seneye bu gerçekleşir’ şeklinde bir temenniyle birbirlerinden ayrılırlar.

 

 

 

Tevrat’ta değişik şekillerde ifade edilmektedir. Bir yerde, “Nil’den Fırat’a ya da ayağının bastığı her yer senin olacak” denilirken, başka bir yerde “Bir dağın tepesine çık ve etrafına bak. Gözünün gördüğü her yer senin olacak” denilmektedir. Bu ifadelerden, Tevrat’ta İsrailoğullarına vaat edilen kutsal toprakların sınırlarının çok net olmadığı anlaşılmaktadır. Zaten Hz. İbrahim bu topraklara girme şansını da elde edememiştir. Hz. İbrahim’le yapılan bu ahit, daha sonra, onun nesli olan Hz. İshak’la ve İshak’ın oğlu Hz. Yakup’la devam ettirilmiş  ve en sonunda, Hz. Musa aracılığıyla bu ahit pekiştirilmiştir. Bu yüzden Tevrat’a, Ahit Kitabı da denilmektedir. Hıristiyanlar, hükmünün bittiğini düşündükleri için Yahudilerin kutsal kitaplarına Eski Ahit, kendi kutsal kitaplarına da Yeni Ahit derler. Özellikle ahit ve seçilmişlik konusunda Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında tarihten günümüze bir çekişme de söz konusudur. Şöyle ki, Hıristiyanlar Yahudilere derler ki: “Evet, başlangıçta Tanrı sizi seçmiş ve sizinle sözleşme yapmıştı, ancak İsa Mesih’in gelmesiyle bu seçilmişlik Hıristiyanlara geçmiştir. Tanrı, İsa Mesih’in çarmıhta akan kanıyla yeni bir sözleşme yapmıştır.

Peki bu ahit çerçevesinde İsrailoğullarına vaat edilen kutsal toprak neresidir? Bu kutsal toprakların, biraz önce ifade ettiğim gibi, sınırları çok net değildir. Ancak Tevrat’ta, pek çoğu tarih sahnesinden silinmiş olan yedi tane tarihsel kavimden söz ediliyor. Tevrat’ın ifadesine göre, İsrailogullarına vaat edilen kutsal topraklarda oturan bu kavimlerle savaşılması istenmektedir. Buradan da anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim’den beri İsrailoğullarına vaat edilen kutsal toprakların sınırları bu kavimlerin bulundukları yerlerle sınırlıdır. Hz. Musa’nın misyonu, Mısır’a giderek İsrailoğullarını Firavunun zulmünden kurtarıp Hazreti İbrahim’den beri İsrailoğullarına vaat edilen kutsal topraklara getirmektir. Zaten Tevrat’a baktığınız zaman, Hz. Musa, Firavunun huzuruna vardığı zaman, Firavunu Allah’a iman etmeye davet etmiyor, ondan İsrailoğullarını serbest bırakmasını istiyor. Kur’an-ı Kerim’e baklıdığı zaman da, Firavun ile Hz. Musa arasında geçen diyalogun, genellikle, Firavunun İsrailoğullarını serbest bırakması noktasında odaklandığı görülür.

Bu kutsal toprakların neresi olduğu konusunda İsrailli Kitab-ı Mukaddes araştırmacıları tarafından bir harita çıkarılmıştır. Araştırmanın sonucuna göre İsrailoğullarına vaat edilen bu kutsal topraklar, bugün, İsrail Devletinin kurulduğu sınırlardan ibarettir. Öbür taraftan, Nil’den Fırat’a ifadesi ne ne oluyor denebilir. Bu söz, mecaz, biraz da abartı taşıyan bir ifadedir. Bildiğiniz gibi Yahudilerin dünya egemenliği söz konusudur. Buradan Yahudilerin, Nil’den Fırat’a kadar geniş bir alana egemen olmak istedikleri anlamı da çıkarılabilir. Bilindiği gibi Nil, Mısır’da bulunan bir nehirdir. Oysa Tevrat’ın emri gereği İsrailoğullarının Mısır toprakları içerisinde bulunmaları ve yaşamaları dinen caiz değildir. Çünkü Tevrat’ta Tanrı, İsrailoğullarına “Seni Mısır diyarından, esirlik evinden çıkaran Tanrın benim, bir daha oraya dönmeyeceksin.” Yani, Yahudiler Tanrı’nın emri gereği Mısır’a bir daha giremeyeceklerdir. Bu bakımdan, bugünkü Mısır Devleti, Yahudilerin -tabiî, dindar bir Yahudi devletinin- saldırısından ve işgalinden dinî açıdan güvencededir. Ancak biraz önce de belirttiğimiz gibi, karşılarında Tevrat’ın kurallarına bağlı dindar bir Yahudi devleti olursa durum böyledir; aksi takdirde seküler bir Yahudi devleti için bu durum söz konusu değildir.

Bu konunun en güzel örneği bir hekim, filozof, aynı zamanda İslam geleneğini de çok iyi bilen ve Delâletü’l-Hairîn (Şaşkınların Kılavuzu) isimli kitabın da yazarı olan Musa bin Meymûn, bir vesileyle Mısır’a gidiyor ve Mısır’da uzun süre kalması gerekiyor. Ancak Tevrat’ın emri gereği, Mısır’da uzun süreli kalması yasaktır. Oysa Musa bin Meymûn orada on beş gün, bizdeki misafirlik gibi, kalacak şekilde niyet ederek bir buçuk yıla yakın kalıyor. Böyle yapmayıp uzun süre kalacak şekilde niyet edip kalsaydı, Tevrat’ın emrine muhalefet etmiş; dolayısıyla, günah işlemiş olacaktı.

İsrailoğullarına vaat edilen toprakların bugünkü İsrail Devletinin kurulduğu sınırlar kadar olduğunu söylemiştik. Bunu şuradan da anlıyoruz; şayet kutsal toprakların sınırını “Nil’den Fırat’a kadar” geniş tutarsak, bunun içine ülkemizin sınırları içerisinde bulunan Harran da girer. Oysa biliyoruz ki, Hz. İbrahim Harran’a geliyor, ancak Harran’da kalmıyor. Çünkü Yehova ona: “Atalarının toprağı Kenan’a git” diye emrediyor. Aynı şekilde Hz. Yakup’ta, belirli müddet Harran’da kalıyor, ancak Tanrı orada uzun süre kalmasına müsaade etmiyor. Vaat edilen kutsal topraklara, atalarının topraklarına gitmesi yönünde telkinde bulunuyor.

Dolayısıyla, Tevrat’ta geçen “Nil’den Fırat’a kadar” ifadenin, bir mecaz veya abartı olduğunu düşünüyorum. Ben konunun siyasî boyutuna girmiyorum. Siyasî olarak Yahudilerin bütün dünyaya egemen olma ideolojisi elbette vardır. Fakat bu ideoloji, dinle özdeşleşmiş bütün Yahudileri kapsayan bir ideoloji olmayıp Siyonist bir gurubun düşüncesidir. Burada Siyonist dediğimiz zaman, dünyaya egemen olma zihniyeti olarak algılıyoruz. Bir İsrailli’ye Siyonizm nedir diye sorduğunuz zaman; bugünkü İsrail Devletinin bayrağına, sınırlarına bağlı olmak ve İsrail Devletinin vatandaşlığını kabul etmek olduğunu söyleyecektir. Ben İsrail’de bulunduğum sırada,orada Türkiye’den göç etmiş bir İstanbul Yahudisi ile tanıştım. O, Türkiye’de Siyonizm denince insanların tepki göstermelerine hayret ettiğini, çünkü Siyonizm’den kastedilenin bugün mevcut olan İsrail Devletine bağlılığı ifade ettiğini söylemişti. Fakat bazılarına göre Siyonizm kavramı, dünyaya egemen olma ideolojisidir.

Yahudiler, uzun bir süre sonra kendilerine vaat edilen kutsal topraklarda, 1948’de bağımsız İsrail Devletini kurdular. Aynen Müslümanlar gibi Hıristiyanlar da Yahudileri Tanrı’nın lanet ettiği bir kavim görüyor ve onların bir daha yeryüzünde bir araya gelip kendi başlarına bir devlet kurabileceklerine inanmıyorlardı. Ancak Yahudiler kısmen Batı dünyasındaki bölünmüşlükten faydalanarak, kısmen de Batılı ülkelerin Ortadoğu’daki menfaatları çerçevesinde, İngilizlerin desteğiyle 1948’te bağımsız İsrail Devletini kurma başarısını gösterdiler.

Bu kurulmuş olan devlet, dindar Yahudiler açısından bir küfür devletidir, Bugün, İsrail’de yaşayan ultra Ortodoks (aşırı Ortodoks) olan ve Hasidî denen dindar Yahudiler açısından bugünkü İsrail Devleti dârü’l-harp, yani küfür devletidir. Niye küfür devletidir? Oysa devlet vaat edilen kutsal topraklarda kurulmuş ve onlara istedikleri şekilde yaşama hakkı tanınmıştır. Evet, Yahudiliğin kutsal topraklarla ilgili önemli bir özelliği burada devreye giriyor. O da Mesih inancıdır.

Mesih inancı, değişik şekillerde olsa da, yeryüzünde var olan hemen hemen bütün dinlerde ve inançlarda mevcut olan bir inanç biçimidir. Ancak Yahudilik ve Hıristiyanlıkta mesih inancı ön plana çıkmıştır. İslam kültüründe de, dinin esasından olmasa da, olağanüstü güçlere sahip bir kurtarıcı beklentisi vardır.

Tevrat’ın pek çok emir ve yasağının uygulanması, Mesih’in gelmesine bağlıdır. Yahudiler, mesih gelmediği için ölüm cezasını uygulamazlar. Bugün İsrail Devletinde ölüm cezası, sadece terör ve Nazi suçluları için uygulanır. Bir kimse kasten bir adam öldürmesi durumunda Tevrat’ın emri kısastır. Fakat bu hükmün uygulanması mesihin gelmesine bağlı olduğu için, İsrail’de bu hüküm bugün uygulanmamaktadır.

Mesih inancı, Tevrat’ta yer almayan bir husustur. Zaman içerisinde ortaya çıkmıştır. Mesih inancının güçlendiği dönem, milattan sonra 70 yılında Kudüs’ün Romalılar tarafından tahrip edilmesi, orada bulunan Hz Süleyman’ın inşa ettiği mabedin yıkılması ve Yahudilerin dünyanın dört bir yanına sürgüne gönderilmesinden sonra olmuştur. Sürgün döneminde Davud soyundan bir mesihin geleceği, tekrar vaat edilen kutsal toprakları ele geçirip Hz. Süleyman ve Hz. Davut zamanında olduğu gibi muhteşem bir Yahudi devletini kuracağı düşüncesi ağırlık kazanmaya başlamıştır.

Ortodoks Yahudi inancına göre, Yahudilerin bir devlet kurabilmeleri mesihin gelmesine bağlıdır. Mesih gelecek, Yahudilerin düşmanlarını yenecek, bütün Yahudileri kendilerine vaat edilen kutsal topraklarda toplayacak ve orada muhteşem Tanrı Devletini kuracaktır. Dolayısıyla, Yahudi inancı açısından bir Yahudi devletinin kurulabilmesi, mesihin gelmesine bağlıdır. Mesih gelmediğine göre, kurulacak bir Yahudi de, dindar Yahudilere göre, dârü’l-harp olacaktır. Yahudi din bilginlerinin, Kitab-ı Mukaddes’deki bazı verilerden hareket ederek yaptıkları tespite göre, Mesih, bundan 1700 küsur yıl önce gelmesi gerekiyordu. Bilindiği üzere Yahudiler açısından dünyanın ömrü 6000 yıldır. Yaratılıştan bugüne 5762 yıl geçmiştir. Yani dünya onlara göre şu anda 5762 yaşındadır. -Tabiî, bu tarihlendirme, bilim karşısında çok komik bir durum ifade ediyor.- Hesaplara göre mesih 4250 yılında gelmiş olmalıydı. Ancak bunun üzerinden neredeyse 1700 küsur yıl geçmiş, hâlâ Mesih gelmemiştir.

Bununla birlikte, Ortodoks Yahudiler, hâlâ mesihin geleceğine inanmaya devam ederler. “Her ne kadar gelme vakti gecikmiş olsa da, ben, Mesih’in geleceğine inanırım” ifadesi, Musa bin Meymûn’un belirlediği ve Ortodoks Yahudilerin de her sabah ibadetlerinde tekrarladıkları 13 maddelik iman esasından birisidir.

Yahudilikte kutsal toprak, dinî açıdan, çok önemlidir. Tevrat’a baktığımızda, Hz. Musa’ya gelen vahiylerin bir kısmı kutsal topraklarla ilişkilendirilmiştir. Örneğin “Sana vaat ettiğim kutsal topraklara girdiğin zaman başına bir kral seçeceksin veya o kral şu şu özelliklere sahip olacak, kralın seçimi şu şekilde olacak, atanması şu şekilde olacak” şeklinde detaylı emirler vardır. Kısacası, Tevrat’taki pek çok emir ve yasak ileriye dönüktür. Zira Hz. Musa, kutsal topraklara hiç gidememiştir. Öyleyse Tevrat’ta bulunan bu tür hükümlerin uygulama safhasına geçebilmesi, İsrailoğullarının kutsal topraklara girmeleriyle mümkün olacaktır.

Kutsal toprakların, Yahudiler açısından diğer bir önemi ise, oranın dünyanın merkezi olmasıdır. Öldükten sonra haşir, kutsal topraklarda gerçekleşecektir. Bu sebeple Yahudilerin kutsal topraklara göç etmeleri gerekir.

Yahudilikte ibadetler de kutsal topraklarla bağlantılıdır. Hz. Süleyman tarafından takriben M.Ö. 966 yılında inşa edilen mabet, Yahudilikte çok önemlidir. Bütün dinlerde mabet vardır, ancak Yahudilikte mabet denilince, ibadet edilen herhangi yer kastedilmez. Yahudiler için mabet, Tanrı’nın İsrailoğullarına vaat etmiş olduğu kutsal toprakta, gene, O’nun bildirdiği yerde ve O’nun emriyle inşa edilen yer akla gelir. Burası, kurban sulaklarının ve günahlardan arınma ritüelinin icra edileceği bölümlerin de bulunduğu geniş bir yapıdır. İbadetlerin büyük bir kısmı bu mabette gerçekleştirilmesi gerekir. Yani, günde üç vakit olan ibadet Tanrı’nın seçtiği kutsal yerde yapılması gerekir. Bugün, kutsal topraklarda yaşmayan Yahudiler ibadet etmiyor mu? Elbette ediyor, ancak ibadetler, bu büyük mabedi sembolize eden sinagog veya havra denilen mahallî ibadet yerlerinde yapılmaktadır. Bu ibadetlerin geçerliliği, asıl mabette yapılan ibadetler kadar değildir. Bunlar sadece birer geçmişi anma ve yaşatma amacı taşır. Kurban takdiminin bol olduğu, çeşitli vesilelerle Tanrı’nın İsrailoğullarından çokça kurban istediği ve kurbanların da ancak mabette mümkün olduğu göz önüne alınırsa, Yahudiler açısından kutsal toprakların önemi daha iyi anlaşılır.

Günahlardan arınıp temizlenme işlemi, aynı şekilde, mabette yapılan özel törenle gerçekleştirilir. Bugün, İsrail’deki dindar Yahudiler kendilerini potansiyel olarak tame; yani, necis olarak değerlendirirler. Çünkü necis olmak, insanın gündelik hayatında her an mümkündür; otobüste giderken temiz olmadığına inanılan herhangi bir şeye değmek necislik âlametidir. Bundan temizlenmek de, gusül abdesti veya abdest almakla gerçekleştirilmez. Arınma ancak mabette kahin eşliğinde özel bir ritüelle mümkün olacaktır.

Yahudiliğin bugün, pek çok emir ve yasağı, kutsal topraklara sahip olmalarına rağmen, uygulanmamaktadır. Mabedin bulunduğu alana Yahudiler sahipler. Fakat mabedin yerinde Müslümanların kutsal mekânları Mescid-i Aksa bulunmaktadır. Bildiğiniz gibi bu alan 144 dönümlük geniş bir araziden oluşuyor. Mabet Dağı olarak bilinen bu yer, Doğu Kudüs ile Batı Kudüs arasında, Kudüs’ün tam ortasında yer almaktadır. Doğu Kudüs’ün yönetimi, 1967’de İsraillilerin eline geçmiştir. İsrail’in egemenliğinde bulunan Doğu Kudüs, aynı zamanda mabedin yerinin de bulunduğu bölgedir. Üzerinde Mescid-i Aksa bulunduğu için, bunu yıkıp yerine Hz. Süleyman tarafından inşa edilen kendi mabetlerini yeniden inşa edememektedirler.

Yahudiler, tarih boyunca, varlıklarını bu mabet sayesinde sürdürebilmişlerdir. Yani mabet, her ne kadar yıkılmış olsa da, Yahudilik bilincini canlı tutan bir sembol olmuştur. Şu anda dindar Yahudilerin tek beklentisi, bu mabedin yeniden inşa edilmesidir. Kotel olarak adlandırılan ağlama duvarı, Mescid-i Aksa’nın hemen bitişiğinde yer alır. Burası eski mabedin batı yönünde yer alan dış duvarıdır. Bu duvarın önünde her gün geçmiş için ağıt yakarlar ve o eski mabedin yeniden inşa edilmesi için Tanrı’ya yakarırlar. Beklentileri hep bu yöndedir. ‘Bu sene olmadı, ancak gelecek sene olacak derler.’ Bu aynı zamanda, mesih beklentisini de ifade eder. Oradan ‘bu sene mesih gelmedi, mabet inşa edilemedi ve biz mabette, Tevrat’ta ifade edildiği şekilde ibadet edemiyoruz, ancak seneye bu gerçekleşir’ şeklinde bir temenniyle birbirlerinden ayrılırlar.

Bugünkü İsrail Devleti, ne seküler ne de dinî bir devlettir. Dinin kurallarına ve dindarların tepkisine rağmen kurulmuştur. İsrail devletinin kurulmasında önce siyonist toplantılar vardır. İlk toplantı 1897’de Macar asıllı bir Yahudi olan, tiyatrocu ve gazeteci Theodor Herzl önderliğinde bağımsız bir Yahudi devleti kurma faaliyeti başlatılıyor. Theodor Herzl, dindar bir kişi olmadığı gibi, dinle uzaktan yakından bir alakası da yoktu. Orta halli bir tiyatro yazarı ve bir gazeteci idi. Theodor Herzl, gazete ve tiyatro yazarlığında pek başarılı olamamıştı. Bir keresinde gazetecilik görevi gereği Fransa’ya gitmişti. Fransız ordusunda bir suiistimal meydana gelmiş ve bunun suçlusu olarak da, Fransa ordusunda görev yapan Yahudi asıllı subay Alfred Dreyfus gösterilmişti. Dreyfus, sırf Yahudi olduğu için suçlanmış ve mahkemede yargılanmıştı. Theodor Herzl bu mahkemeyi izlemiş, burada gelişen olaylar neticesinde kafasında planlar kurmuştu. Yahudilere dünyanın her yerinde zulmediliyor. Doğuda olduğu gibi Batıda da durum aynıdır. Çünkü, Hıristiyanlar Yahudileri lanetli ve hatta köpekle eşdeğerde görürler. Özellikle Doğu Avrupa Hıristiyanları, Yahudilerden oldum olası hoşlanmazlar. Theodor Herzl, orada olup bitenler çerçevesinde, Yahudilerin bu itilip kakılmışlıktan ancak kendilerine has bağımsız bir devlet kurduktan sonra kurtulabileceklerini düşünür. Onun amacı, dünyanın neresinde olursa olsun bir Yahudi devleti kurmaktır. Kutsal topraklar onun umurunda bile değildir. Ona göre, Yahudilerin kendi başlarına yaşayabilecekleri bir yer olsun da, isterse Afrika’da olsun fark etmezdi. Örneğin onun bir Uganda projesi vardır. Herzl, dönemin İngiltere Başbakanı Benjamin Disraeli’nin de desteğini alarak, Uganda projesini gerçekleştirmek istiyor. Ancak Yahudi otoriteler, Yahudiler ancak kutsal topraklarda devlet kurabilirler gerekçesiyle, buna müsaade etmiyorlar. Herzl, Yahudi dinî otoritelerin desteğini alamayınca bu işten vazgeçiyor. Hatta başka yerler için de projeler yapıyor, ancak yine aynı gerekçe yüzünden amacını gerçekleştiremiyor. Sonra Kudüs merkezli bir Yahudi devleti projesi hayata geçiriliyor. Bu tıpkı, Tevrat’ta sınırları belirlenmiş, kutsal topraklarda yer alan bir Yahudi devleti kurma planıdır.

İsrail Devletinin kuruluşunda ve siyonist hareketin başlangıcında dindarların büyük tepkisi var. Basel’de ilk siyonist kongre toplandığı zaman, bazı dinî otoriteler, bunu protesto eden şeyler gönderiyorlar. Yugoslavya cemaati önderi haham –şu anda ismini hatırlamıyorum- Theodor Herzl’e gönderdiği bir mektubunda şöyle diyor: “Siyonistler bizim öncümüz olamazlar, çünkü bunların dinle, diyanetle alakaları yoktur. Siyonistler bizim kurtarıcımız da olamazlar, çünkü bizim kurtarıcımız Mesih’tir.” Bütün bu karşı çıkmalara rağmen, Theodor Herzl amacını adım adım uygulamaya koymuştur. İletişim Yayınevinden 1850’den 1948’e kadar Kudüs’ü anlatan çeviri bir kitap çıktı. Bu kitapta, oradaki Yahudi yerleşiminin nasıl böyle adım adım gerçekleştiğini görebilirsiniz. Theodor Herzl 1895’te şöyle bir kehanette bulunmuştur: “Önümüzdeki beş yıl içerisinde değil, ama herhalde 50 yıl içerisinde Yahudiler bağımsız bir İsrail devletini kuracaklardır.” Dediği gibi de olur ve kehanet tutar. Yahudiler yaklaşık 50 yıl sonra, kendilerine vaat edilen kutsal topraklarda, bağımsız bir şekilde yaşama emelini gerçekleştirmiş oldular.

1948’te siyonist amaçlar çerçevesinde kurulan devlete dinî otoriteler yine tepki göstermişlerdir. Ancak o zamanki İsrail Başbakanı Ben Gurion, dinî otoritelere bir takım tavizler vererek bir anlaşma yapmıştır. Daha önce bahsettiğimiz bu Hasidi grup İsrail devleti sınırları içerisinde yaşayacak, İsrail devletinin bütün imkânlarından yararlanacaktır. Bunlar sonradan bir parti bile kurup kendilerinden bir milletvekili çıkarırlar. Bunu da koalisyon hükümetine –İsrail’de zaten bütün hükümetler koalisyon şeklinde kurulur- ortak yaparlar. Bu tek milletvekiliyle, İsrail Devletinden hak ettiklerinden fazlasını almayı başarırlar. Bunların devlete verdikleri hiçbir şey yoktur. Üstelik askere bile gitmezler. Oysa İsrail’de de askerlik çok önemlidir. İsrail’de erkekler üç yıl askerlik yaparlar. Bu üç yıllık süre dönüşümlüdür. Zorunlu askerlik görev emri geldiğinde, nerede olunursa olunsun –ister üniversitede öğrenci ister fabrikada işçi olsun fark etmez- alır götürürler. Bayanların bile iki sene askerlik yaptığı bir ülkede, Hasidiler erkeklerini de askere göndermezler. Dolayısıyla İsrail’in kuruluşunda ve İsrail’in politikalarının oluşmasında ultra Ortodoks denilen aşırı tarikatçı dindarların bir etkisi söz konusu olmadığı gibi, muhalefetleri de vardır. İsrail’de dindar tipi farklıdır; bir geleneksel dindarlar, bir de tarikatçı tipi dindarlar vardır. Bunların dışında Hilloni dediğimiz laikler vardır. Ultra Ortodoks denilen Hasidilerin, zaten dünyayla ilişkileri yoktur. Şu anda İsrail’de olup bitenlerle de ilgilenmezler. Onlar sadece ibadet ve dua ile meşgul olurlar. Ağlama duvarının önünde sabah-akşam mesihin gelmesi için dua ederler.

http://fortuna.divinity.ankara.edu.tr/~adam/

YAHUDİLİK VE ŞİDDET

                                                                                                                     Prof. Dr. Baki Adam

İsraillilerle Filistinliler arasında Ortadoğu’da cereyan eden çatışmalarla ilgili medyaya yansıyan görüntüler, çoğu kişinin, Yahudiliğin bir şiddet dini olduğunu düşünmesine yol açmıştır. Kol kıran, kış ortasında masum insanları evsiz bırakan, çocuk öldüren İsrail askerlerinin yaptıkları, insanlardaki bu düşünceyi pekiştirmiştir.

Bugün Ortadoğu’da cereyan eden İsrail-Filistin çatışması paranteze alınırsa, Yahudiliğin şiddetle ilgisi hakkında ne söylenebilir? Din antropologlarına ve etnologlarına göre her dinde az veya çok şiddet öğesi bulunmaktadır. Dinin ruhu ve retoriği şiddettir. Güçlü bir vurguyla, inanırı inanmayandan, seçkini seçkin olmayandan, kurtarılanı lanetlenenden ayrıştırır. Günahkarı taşlamak, heretiklerin yakılması, kafirlerin kılıçtan geçirilmesi ilahi bir görevdir. Din-şiddet ilişkisi üzerine önemli incelemelerde bulunan sosyolog Mark Juergensmeyer bu konuda şunları söylemektedir:

“Hemen bütün dinler şiddet içermeyen erdemleri vaaz etseler de, kendilerine siyasi güç veren şiddeti onaylamak onların becerisidir. Örneğin, Sih geleneği şiddet karşıtlığını över ve insan hayatına kıyılmasını yasaklar. Hâtta Behindranwale kabul etmektedir ki, bir Sih için silah saklamak ve birini öldürmek büyük günahtır. Fakat daha sonra, o, olağanüstü hâllerde zaman zaman şiddet kullanımını mazur göstermek için, silaha sahip olup da adalet istememek daha büyük günahtır diyor. Hıristiyan, Müslüman veya Yerli Amerikalı bir çok dinî lider aynı görüştedir. Onlar inanıyorlar ki, sosyal veya manevî adaletin tehlikede olduğu olağandışı durumlarda, öldürmeyi yasaklayan kanunlar ilga edilebilir.”[1]

Gerçekten dinlerin tarihine bakıldığında, her dinin kısmen de olsa şiddetle ilişkisinin bulunduğu görülür. Her şeyden önce dinler, şiddet olayları içinde doğup gelişmişlerdir. Bazı dinlerde bu şiddet olayları daha sonraki dönemlerde kutsallaştırılmıştır. Örneğin; Şiî İslâm’da Hüseyin’in şehit edilmesi, Hıristiyanlıkta İsa’nın çarmıha gerilmesi, Sihizm’de Guru Tegh Bahadur’un kurban edilmesi, Yahudilerin Mısır’dan çıkışları sırasında meydana gelen şiddet olayları bir ayine dönüştürülmüştür.[2] Ayrıca bu olaylar, Hıristiyan haçında olduğu gibi, dinlerde sembolleştirilmiştir.

Din-şiddet ilişkisi konusundaki araştırmalarıyla tanınan antropolog Rene Girard, dinlerdeki şiddet motifli ayinlerin insanlardaki şiddet eğilimlerini ehlileştirdiği iddiasındadır. Girard’ın tezine göre, şiddet içeren dinî semboller ve kurban ayinleri genelde insanlardaki şiddet dürtülerini uyandırır, sonra bu dürtüleri ehlileştirir ve böylece kişileri şiddetten arındırır. Ayine katılanlar, eylemlerinin sosyal ve psikolojik öneminin bilincinde değillerdir. Çünkü din, kendi operasyonunu metaforik olarak yürütür.[3] Girard’ın bu tezi kısmen Freudçuluk taşısa da, şiddetin kaynağı konusunda Girard, Freud’dan ayrılır. Girard “nimesis” teorisini savunur. Ona göre dinsel şiddet, başlangıçta olup biten bir olayın taklidi, bir öykünmesidir.[4]

Girard’ın bu teorisi geniş kabul görse de, din adına yapılan gerçek şiddet eylemlerinin bu teoriyi zayıflattığı ileri sürülmektedir. Juergensmeyer bununla ilgili olarak şunları söylemektedir:

“Fakat, gerçek dini şiddet eylemleri ne olacak? Sih ve Sinhalese devrimcilerinin ölüm timleri, militan Lübnanlı ve Mısırlı Müslümanların arasındaki teröristler, Yahudi ve Hıristiyan davalarına bağlanmış dini askerler; bunların hepsi doğrudan ve sembolik olmayan bir tarzda şiddetle iştigal ediyorlar. İlk bakışta, onların eylemleri ne Girard’ın teorilerine uyuyor görünüyor, ne de ayinleştirilmiş dini şiddet şekillerinin ürettiği farzolunan şiddet-barış değiş tokuşu meydana geliyor”[5]

a) Yahudiliğin Şiddet Temeli

Dinlerin şiddetle ilişkisini araştıranlar, Yahudiliğin şiddet üzerine kurulmuş bir din olduğunu iddia ederler.[6] Gerçekten Yahudilik, Tanrının hem İsrailoğullarının düşmanlarına hem kendilerine uyguladığı korkunç şiddet olaylarının içinde doğup büyümüştür. Deyim yerinde ise, Yahudilik için Tanrı bizzat kendisi kan akıtmıştır. Örneğin o, İsrailoğullarının Mısır’dan ayrılmasına izin vermeyen Firavunun kavmine karşı korkunç bir terör estirmiştir. Tevrat’ın anlatımıyla, tahtı üzerinde oturan Firavunun ilkinden zindanda olan esirin ilkine kadar, Mısır diyarında bütün ilk doğanları, hayvanların bütün ilk doğanlarını vurmuştur.[7]

Tanrının dehşetli şiddetinden onun seçkin kavmi İsrailoğulları da nasibini almıştır. Tevrat’ın ifadesine göre 430 yıl Mısır’da köle olarak yaşayan İsrailoğullarının maruz kaldığı kitlesel şiddet, onların psiko-sosyal yapısını etkilemiş, onları şiddet eğilimli hâle getirmiştir. Tanrı her ne kadar atalarına vaadinden dolayı Mısırlıların en masumlarının kanlarını dökerek onları esaretten ve baskıdan kurtarmışsa da, onların bu hali devam etmiştir. Çöldeki göç yolculukları esnasında, dönemsel olarak onların şiddet eğilimleri dışa vurmuştur. Bazen birbirlerine şiddet uygulamışlar, bazen de onlara özgürlüğe kaçış yolunda liderlik eden Musa’ya ve kardeşi Harun’a saldırmışlardır. 

Onların bu asi ve şiddet eğilimli davranışları, Tanrının şiddetine maruz kalmalarına yol açmıştır. Mısırlıların baskı ve şiddetinden “seçilmiş halkını” Musa önderliğinde kurtaran Tanrı, rehabilite etmek için başlangıçta onlara sevgi ve anlayışla davranmış, onların sürekli başkaldırmalarını, söylenmelerini hoş görmüştür.[8] Çünkü onlar Tanrıya göre henüz eğitilmesi ve yetiştirilmesi gereken bir çocuktur.[9] Fakat onların iyileşme yerine daha da hastalıklı hâle gelmeleri Tanrının sabrını taşırmıştır.

Tanrı ilk zamanlar öfkesine hakim olmuş, fakat İsrailoğullarına olan hoşgörüsü gittikçe zayıflamıştır. Sıkıntı ve zorluklarla her karşılaştıklarında devamlı sızlanan İsrailoğullarına fiziki şiddet uygulamasa bile Tanrı, onlara sözel şiddet uygulamış; hakaret ederek onları aşağılamıştır.[10] İsrailoğullarının cesaretsizliği, oburluğu, sürekli sızlanması, söz dinlememesi ve isyanları karşısında Tanrı, artık onlara fiziksel şiddet de uygulamaya başlamıştır. Tevrat’ın ifadesiyle, onları “gayet büyük vuruşlarla vurmuştur”. Kimi zaman yakıcı bir yel, kimi zaman veba çıkmış İsrailoğullarının suçlularını telef etmiştir.[11] Kimi zaman yer yarılmış suçluları yutmuş,[12] kimi zaman gökten ateş inip suçluları yiyip bitmiştir.[13] Kimi zaman Tanrı onların üstüne yılanları salmıştır.[14] Bütün bunlar toplumun gözü önünde cereyan etmiştir.

Tanrı, İsrailoğullarını cezalandırmak için bu şiddet çeşitleriyle yetinmemiş, bazen birbirlerine şiddet uygulattırmıştır. Örneğin; buzağıya taparak küfür sucu işleyen İsrailoğullarına Tanrı, Musa aracılığıyla, birbirlerini öldürmelerini emretmiştir:

“İsrail’in Allah’ı Rab şöyle diyor: Herkes kılıcını beline kuşansın, ve ordugahta kapıdan kapıya dolaşsın, ve herkes kendi kardeşini, ve herkes kendi arkadaşını, ve herkes kendi komşusunu öldürsün.”[15]

Tanrının daha büyük şiddet uygulamasından korkan İsrailoğulları bu emri yerine getirmiştir:

“…ve Levi oğulları Musa’nın söylediği gibi yaptılar ve o gün kavimden üç bin kadar adam düştü.” (Çıkış 32: 33)[16]

Tevrat’a göre Tanrı, yabancı kavimler aracılığıyla da İsrailoğullarını şiddet uygulamakla tehdit etmiştir:

“Fakat beni dinlemez, ve bütün bu emirlerimi yapmazsanız; ve eğer bütün emirlerimi yapmamak ve ahdimi bozmak için kanunlarımı reddederseniz ve eğer canınız hükümlerimden nefret ederse; ben de size şunu edeceğim: Dehşeti, gözleri söndüren ve canı yıpratan veremi ve sıtmayı üzerinize koyacağım. Tohumunuzu boş yere ekeceksiniz ve onu düşmanınız yiyecek. Yüzümü size karşı koyacağım, düşmanlarınızın önünde vurulacaksınız. Sizden nefret edenler üzerinize hükümdar olacaklar; sizi kovalayan yokken kaçacaksınız…”[17]

Eski Ahid’in Krallar (Melakhim) ve Tarihler (Divrey Hayamim) bölümleriyle apokriflerden Makkabiler’de anlatıldığına göre İsrailoğulları, Süleyman’dan sonraki dönemde Tanrının vaat ettiği bütün şiddet çeşitleriyle karşılaşmışlardır. Pavlus, İbranilere Mektub’unda, bunu şöyle özetler:

          “…Taşlandılar, testere ile biçildiler, kılıçtan geçirilip öldürüldüler. Koyun postu ve keçi derileri içinde dolaştılar, yoksulluk çektiler, sıkıntılara uğradılar, kötü muamele gördüler…Dünya onlara layık değildi. Çöllerde, dağlarda, mağaralarda, yeraltı oyuklarında dolanıp durdular…”[18]

          b) Şiddetin Tanrı Anlayışına Yansıması     

            İsrailoğullarının maruz kaldığı Tanrısal şiddet, onların Tanrı anlayışını etkilemiştir. Onlar Tanrıyı, korkunun ve dehşetin gücü olarak tanımışlardır. Peygamberler İsrailoğullarını sürekli Tanrı korkusuyla uyarmışlardır. Davut: “Hikmetin başı, Tanrı korkusudur.” demiştir.[19] Davud’un oğlu Vaiz (Kohelet): “Sözün sonucunu dinleyelim: Allah’tan (Elohim) kork ve onun emirlerini tut!”[20] öğüdünü vermiştir. Deyim yerinde ise, İbranice korku anlamındaki yir’ah kelimesi İsrailoğullarının belleğine kazınmıştır. İsrailoğulları, bu korku yüzünden Tanrı’nın adını açıkça telaffuz etmekten bile çekinir olmuşlardır.

            Tanrının suçu bağışlaması, İsrailoğullarının yabancı olduğu bir şeydir. Tanrı, adalet tanrısı Elohim olarak, suçluları mutlaka cezalandırır. O, bu sıfatının gereğinden vazgeçemez. Nitekim Ninova’ya peygamber olarak gönderilen İsrailoğullarından Yunus, merhamet edip Ninovalıları cezalandırmayan Tanrıya gücenmiştir.[21]

            c) Ceza ve Savaş Hukukundaki Şiddet Unsurları

Tevrat’ta ortaya konan ceza hukuku şiddeti ön plana çıkarmaktadır. Toplumun katılımıyla uygulanan bu şiddet, çoğu durumlarda öldürme kastı taşımaktadır. Örneğin; Tanrıyı terk edip başka varlıklara tapma[22], Tanrıya lanet okuma[23], Cumartesi yasaklarına uymama[24], büyücülük[25], zina[26], ana-babaya itaat etmeme[27] gibi suçların cezası topluluk tarafından taşlanarak öldürülmektir. Bu şekilde cezalandırmanın amacı, korku vermektir.[28] Taşlayarak öldürme, Tevrat’ta uygulanması emredilen en yaygın cezalandırma biçimidir.  Bunun dışında kılıç ve mızrak gibi kesici ve delici aletlerle parçalama, asma, boğma ve yakma gibi öldürme çeşitleri de bulunmaktadır.

Tevrat’ın savaşla ilgili hükümleri ise şiddetin en katı ve acımasız örneklerini oluşturmaktadır. Özellikle zorunlu savaş hükümleri tam bir katliamı emretmektedir.  İsrailoğullarına vaat edilen kutsal topraklarda yaşayan yedi kavimle[29] savaşmayı zorunlu kılan Tevrat, bu yedi kavimle anlaşma yapmayı kesinlikle yasaklar. Tevrat’a göre bu yedi kavmin bütün canlıları acımadan ortadan kaldırılmalı, onlardan nefes alan hiçbir canlı bırakılmamalıdır.[30] Yedi kavimden olmamakla birlikte, Medyenliler gibi bazı kavimler bunlarla aynı tutulmuştur. Musa, Medyenlilerle yapılan savaşta kadınları ve çocukları sağ bırakıp esir alan savaşçılara kızmış, esirler arasındaki erkek çocukların ve evli kadınların katledilmelerini emretmiştir.[31] Aynı buyruk, I. Samuel kitabında anlatıldığına göre, Amelekiler konusunda peygamber Samuel tarafından Kral Saul’e (talut) iletilmiştir. İsrailoğullarının ezeli ve ebedi düşmanı Amelekilerle savaş öncesinde Samuel, Kral Saul’e Tanrının şu sözünü tebliğ etmiştir: “Orduların Rabbi şöyle diyor: …Şimdi git, Ameliki vur ve onların her şeyini tamamen yok et, onları esirgeme; erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür!”[32]

Yahudilerin savaşmakla zorunlu oldukları yedi kavim ile Medyenliler ve Amelekiler tarih sahnesinden silinip gitmiştir. Fakat Yahudilerin bu kavimlerle savaşma yükümlülükleri farz bir hüküm olarak devam etmektedir. Özellikle Amelekilerle savaş zorunluluğu ebediyete kadar sürecektir. Yahudi şeriatına göre, Amelekilerin kötülüklerini unutmamak ve köklerini tamamen kazıyıncaya kadar onlarla savaşmak Tevrat’ın 613 mitzvotundandır.[33] Yahudi geleneğinde Amelekiler, Tanrının hükümranlığının yeryüzünde egemen olmasını engelleyen ebedi düşman olarak simgeleştirilmiştir. Tanrının hükümranlığı yeryüzüne tamamen egemen oluncaya kadar onlarla savaşmak Yahudiler için zorunludur.[34]

Bu kavimlerin dışındakilerle yapılan zorunlu olmayan savaşlarda da Tevrat acımasızdır. Tevrat’a göre, teslim olmaya yanaşmayan kavimlerin erkekleri kılıçtan geçirilmeli, kadınları, çocukları ve bütün malları yağmalanmalıdır.[35] Hatta meyve vermeyen ağaçlar bile kesilip harap edilmelidir.[36]

d) Kurban Kültü ve Şiddet

                Tevrat’ın verdiği bilgilere göre kurban, insanlık tarihinde görülen ilk şiddetin kaynağıdır. Kendisi bizzat şiddet içeren kurban, ilk cinayetin nedeni olmuştur. Kurbanı Tanrı tarafından kabul edilmeyen Kabil (Kayın), kardeşi Habil’in kurbanının kabul edilmesini içine sindirememiş ve kıskançlık nedeniyle Habil’i öldürmüştür.

            Habil’le Kain’in başlattığı kurban takdim geleneği, daha sonraki dönemlerde vahşi bir hal almıştır. Nuh, vahşeti önleyici kurallar koymuştur[37] İsrailoğullarının ataları Hz. İbrahim, İshak ve Yakup hayvan kurban etme geleneğini sürdürmüşlerdir.

            Kurban kültü, Yahudiliğin doğuşunda da çok önemli rol oynamıştır. Deyim yerinde ise Yahudilik, kurban kültü üzerine temellendirilmiştir. İsrailoğullarının Musa önderliğinde Mısır’dan çıkışı Fısıh kurbanı ile simgelenmiştir.[38] Tanrı, İsrailoğullarının her şeyinin ilkini, insanlardan ve hayvanlardan ilk doğanlarının hepsini Mısır’dan kurtuluş fidyesi olarak kendisine istemiştir:

“Rab size ve atalarınıza ant içerek söz verdiği gibi sizi Kenan topraklarına getirecektir. Orayı size verdiği zaman, ilk doğan erkek çocuklarınızın ve hayvanlarınızın hepsini Rab’be adayacaksınız. Çünkü bunlar Rab’be aittir. İlk doğan her sıpanın bedelini bir kuzuyla ödeyin. Bedelini ödemezseniz, boynunu kırın. Bütün ilk doğan erkek çocuklarınızın bedelini ödemelisiniz. İlerde oğullarınız size, ‘Bunun anlamı ne?’ diye sorduklarında, ‘Rab bizi güçlü eliyle Mısır’dan, köle olduğumuz ülkeden çıkardı. Firavun bizi salıvermemekte diretince, Rab Mısır’da insanların ve hayvanların bütün ilk doğanlarını öldürdü. İşte bunun için hayvanların ilk doğan erkek yavrularını Rab’be kurban ediyoruz. İlk doğan erkek çocuklarımızın bedelini ise bir hayvanla ödüyoruz.”[39]

Tevrat’ın Çıkış bölümünden alıntılanan bu paragrafta da görüldüğü gibi, Yahudilerin, kendilerini Mısır esaretinden kurtaran Tanrıya kan borcu vardır. Bu borç, öyle birkaç damla kanla ödenebilecek bir borç değildir. İsrailoğullarının insandan hayvana ilk doğanları, nesiller boyu, Tanrıya kurban sunulacaktır. Ancak Tanrı, insanlar konusunda İsrailoğullarına kolaylık sağlamış; insan yerine, fidye olarak hayvan kurban edilmesini istemiştir.

Tevrat’ın kurban kültü oldukça kompleks ve detaylıdır. Düzenli olarak her gün sabah ve akşam vakitlerinde sunulan kurbanların yanında, şükran, nezir, arınma, istemeyerek veya ihmal sonucu işlenen suç gibi pek çok nedenle kurban sunmak Tevrat’ın kurban hükümlerindendir. Kurbanların yakılması ve kanlarının sunak üzerine serpilmesi de kurban takdiminin yaygın biçimlerindendir.

II. Mabet döneminin sonuna kadar (M.S. 70) kurban kültü Yahudiliğin temelini oluşturmaya devam etmiştir. Yahudiler, günlük düzenli kurbanların yanında Tevrat’ta anılan özel nedenler dolayısıyla pek çok kurban sunmuşlardır. Örneğin Süleyman, Mabedin inşasının tamamlanmasından sonra Tanrıya 22.000 öküz ve 120.000 koyun kurban etmiştir.[40] M.S. 70 yılında Mabed’in yıkılması nedeniyle kurban uygulaması, Mabede bağlı diğer uygulamalar gibi Mesih çağına kadar askıya alınmıştır.

e) Kutsal Kitap Sonrası Yahudiliğinde Şiddet

M.Ö. 587 yılında gerçekleşen Babil sürgünü, Yahudilik için yeni bir dönemin başlamasına zemin hazırlamıştır. Kutsal Kitap Sonrası Yahudiliği (Post-Biblical Judaism) olarak da isimlendirilen bu dönemde Yahudi otoriteler, siyasi, sosyal ve kültürel etmenlerin etkisiyle kutsal kitabı o günün şartlarına göre yorumlamaya başlamışlardır. Bu dönem, Yahudilerin askeri ve siyasi etkinliklerini yitirdikleri ve sürekli dış tehdit altında yaşadıkları bir dönemdir. Bu şartlar altında Yahudi otoriteler, yaptıkları yorumlarla, Kutsal Kitap Yahudiliğini (Biblical Judaism) yumuşatmışlardır. Knesset Ha-Gadol (Büyük Meclis), Soferim ve Tannaim bu dönemin önde gelen otoriteleridir. Bu otoritelerin Kutsal Kitap Sonrası Yahudiliğinde nas kabul edilen yorumları, Mişna, Talmud ve diğer rabbani literatürde belge haline dönüştürülmüştür.

Kutsal Kitap Sonrası Yahudiliğinde insanın din için değil, dinin insan için olduğu anlayışı benimsenmiştir. Yahudi bilginler Tevrat’ın: “onunla yaşayacaksınız”[41] ifadesinden hareket ederek, dinin insan hayatına zarar vermek için değil, ona hayat vermek için varolduğunu söylemişlerdir. Başka bir ifade ile rabbiler, insan yaşamının kutsallığını ön plana çıkarmışlar ve yaşamı korumanın dini bir görev olduğunu belirtmişlerdir. İbranice “Pikkuah nefeş” (nefsi korumak) terimi bu dini görevi tanımlamaktadır. Pikkuah nefeş, Yahudilikteki en önemli görevlerden biridir. Bu görev gereğince kişi kendi yaşamına son veremez, başkası için kendi yaşamını feda edemez. Zira Yahudilikte intihar, en büyük günahlardan sayılmıştır.[42]

Yaşamı koruma göreviyle ilgili en önemli nokta ise, başkasının hayatına son vermekten kaçınmaktır. Kişi, ölüm tehdidiyle cinayet işlemeye zorlansa bile bu suçu işlemekten kaçınmak zorundadır. Çünkü, putperestlik ve zinayla birlikte Yahudiliğin  en önemli üç yasağından biri olan cinayet suçunu işlemede ruhsat yoktur. Bu üç yasağı ihlale zorlanan kişi yaşamından vazgeçip ölümü tercih etmek durumundadır.[43]

Başkasının ölümüne bilinçli olarak herhangi bir yolla neden  olmanın kötülüğü hakkında Mişna’da, özetle, şöyle denir:

“…Ölüm cezalarında şahit (yalancı şahitlik yaparsa), hem ölenin kanından hem de onun soyundan kıyamete kadar doğacak olanların kanından sorumludur…İsrail’den[44] birinin ölümüne sebep olan bir kimseyi kutsal metinler, sanki dünyadaki bütün insanları ortadan kaldırmış gibi suçlu göstermektedir. İsrail’den birinin hayatta kalmasına sebep olan bir kimseyi de sanki dünyadaki bütün insanların hayatta kalmasına sebep olmuş gibi  değerlendirmektedir…”[45]

İnsan yaşamının kutsallığını temel ilke haline getiren Yahudi din bilgini rabbiler, Tevrat’ın aşırı şiddet içeren hükümlerini bu çerçevede kritik etmişlerdir. Tannaim denilen ilk nesil Yahudi din bilginleri, Tevrat’taki hükümlerin mantığını anlamaya çalışmışlardır. Bu bilginler, Tevrat’ın aşırı şiddet içeren hükümlerini yumuşatmışlardır. Onlar, ilk önce, Şabat (Cumartesi) günü dışında meydana gelen yaralama suçlarının cezasını tamamen diyete çevirmişlerdir. Ölüm cezasıyla ilgili hükümleri aynen benimsemekle birlikte, bu cezanın uygulamasını Sanhedrin denilen mahkemeye vermişlerdir. Ancak bu cezanın uygulanması konusunda Sanhedrine ağır bir sorumluluk da yüklemişler ve cezanın uygulanmasını imkansız hale getirmişlerdir. Mişna’da, yedi yıl içinde bir tane bile ölüm cezası uygulayan Sanhedrin “yıkıcı” olarak nitelendirilmiştir. Rabbi Eliezer ben Azariah, yedi yılı yetmiş yıla çıkarmıştır. Rabbi Akiba ile Rabbi Simeon ben Gamaliel ise ölüm cezasının uygulanmasına kesinlikle karşı çıkmışlardır.[46] Bu rabbiler, Tevrat’taki bazı ifadelerin yorumundan hareket ederek, ölümün insan eliyle değil, Tanrı eliyle olabileceğini belirtmişlerdir.[47]

Ölüm cezalarıyla ilgili tartışmalar, M.S. 70 yılında Sanhedrinin ortadan kaldırılması nedeniyle sona ermiştir. Ölüm cezalarını uygulayacak Sanhedrin bulunmadığı için, Tevrat’ın bu konudaki hükümleri Mesih çağına kadar askıya alınmıştır.

Kutsal Kitap Sonrası Yahudiliğinde Tevrat’ın kurban kültü de değişikliğe uğramıştır. Hoşea kitabındaki: “…boğalar yerine dudaklarımızın takdimeleriyle ödeyeceğiz.”[48] cümlesi delil alınarak kurban kültünde dualara da yer verilmeye başlanmıştır. Hatta Talmud’da, dini bir vazife olarak, Tevrat okumanın günlük yakma-kurban takdimelerinden daha değerli olduğu belirtilmiştir.[49] Mabedin yıkılmasından sonra ise, dua tamamen şekilsel kurbanın yerini almıştır. Kurban sunumu, dualarda sembolik hale getirilmiştir. Böylece Yahudiliğin temelini oluşturan kurban kültünün şekilsel yönü terkedilmiştir. Günümüzdeki Ortodoks Yahudilik, bu durumun Mabedin yeniden inşa edilmesiyle son bulacağına ve tekrar eski kanlı kurban uygulamasına geri dönüleceğine inanır. Ortodoks Yahudiler, dualarında bunu sürekli zikrederler.[50] Reformist Yahudiler dualarında kurbanla ilgili hiçbir şeye yer vermezler. Muhafazakar Yahudiler ise kurbanı geçmişin bir uygulaması olarak görürler ve kanlı kurbanın yeniden uygulamaya konulmasını benimsemezler.[51]

f) Yahudilik ve Şiddet Eylemleri

Kutsal Kitap sonrası dönemde Yahudi din bilgini rabbilerin geliştirdiği Yahudilik, Tevrat’ın Kudüs merkezli kutsal topraklara (arz-ı mev’ud) ve Mabede bağlı kanunlarının bazılarını şartların uygun olmaması nedeniyle ya değiştirmiş veya askıya almıştır. Putperestlik, zina ve cinayet yasaklarının dışında Tevrat’ın kanunlarına uyma konusunda zorlayıcı olmamıştır. Zaman içinde gelişen ve Kutsal Kitap Sonrası Yahudiliğinde merkezi bir yer tutan Mesih inancı da, Tevrat’ın devlet, hukuk ve kurban gibi meselelerle ilgili kanunlarının Mesih gelmeden yürürlüğe konmasının önünde bir engel oluşturmuştur. Bu şartlar çerçevesinde rabbiler, Yahudileri, yukarıda zikredilen üç yasağın dışında, içinde yaşadıkları ülkenin kanunlarına uymalarını tavsiye etmişlerdir. “Dina demalhuta dina” (Hükümdarlığın yasası, yasadır.) Talmud ilkesi bunu vurgulamaktadır. Hatta Maimonides (Musa bin Meymun) gibi bazı dini otoriteler, zorlanma durumunda Yahudilerin putperest nitelik taşımayan başka dinlere girebileceklerini söylemiştir. Kısacası, Kutsal Kitap Sonrası Yahudiliği, din adına şiddet uygulamaya veya şiddete maruz kalmaya pek açık kapı bırakmamıştır.

Kutsal Kitap Sonrası Yahudiliğinde din adına şiddet eylemlerine izin verilmese de günümüzdeki Ortodoks eylemciler eylemlerini dini açıdan meşrulaştırmaktadırlar. Örneğin; İsrail ve Batı Yakası’nda bir dini devlet kurma amacında olan Haham Meir Kahane, savaş için karar verecek dini kurumların bugün bulunmadığını, bu durumda gerekli şartların oluşup oluşmadığını otoriter bir halakhacı hahamın karar verebileceğini belirterek Araplara karşı yürütülen savaşı meşru görmüştür. Kahane ayrıca, şiddet eylemlerini halihazırda devam eden savaşın yansımaları olarak mazur göstermiştir. Kahane’nin sözünü ettiği savaş, düşmanları Araplardan ve seküler  Yahudilerden oluşan dini devlet için verilen savaştır. Aynı kanattan başka bir dini lider, bu savaşta kadın veya çocuk herkesin hedef olabileceğini söylemiştir. Çünkü böyle bir savaşta herkes  potansiyel askerdir.[52] 

1973’deki Yom Kipur savaşından sonra ortaya çıkan ve eylemleriyle 1990’lara kadar adından söz ettiren Guş Emunim hareketinin ve diğer şiddet yanlısı grupların liderleri de eylemlerini Haham Kahane gibi dini açıdan meşrulaştırmışlardır. Onlar, kutsal toprakları kurtarmak için mücadele vermenin Pikkuah nefeş (canı koruma) görevinden önce geldiğini savunmuşlardır.

Guş Emunim mücadelelerinde,Yahudiliğin ebedi düşmanı Amelekiler fikrini esas almıştır. Buna göre, ister Filistinli, ister Amerikalı, hatta isterse Yahudi olsun, Tevrat’ın Amalekiler hakkında verdiği hüküm gereğince, Yahudilik için tehdit oluşturan herkesin kanı için izin vardır. [53] Guş Emunim liderleri devamlı surette Arapları, Yahudilerin nefret etme hakkına sahip oldukları Amalekiler olarak tanımlamışlardır.[54]

Gush Emunim ve diğer şiddet yanlısı gruplar önemli şiddet eylemlerinde bulunmuşlardır. Bu şiddet eylemlerinden bazı Yahudiler de nasibini almıştır.[55] İsrail siyasetinde önemli görevler ifa eden başbakan Yitzhak Rabin bunlardan biridir.

1993’lere gelindiğinde Guş Emunim bir hareket olarak dağılmıştı. Fakat onun illegalite ruhu, katı idealizmi, kuralsız mesihçiliği, nefret dolu şiddet yanlısı yeni bir bağlılar neslini doğurmuştu. Dini azim ve iştiyakla dolu Guş gönüllülerini ve inanmış Yer altı Yahudileri (Jewish Undergraund) örgütünün aktivistlerini idol edinmiş olan bu neslin mensuplarından biri Yigal Amir’di.

1993 Oslo barış anlaşmasını Yahudi halkı ve Yahudilik için tehlike olarak değerlendiren Amir, halkını çöküşten kurtarmak ve Mesih umudunun ortadan kalkmasını önlemek için başbakan Rabin’i kurban seçmiş ve onu öldürmüştür. Rabin, Amir için hem gerçek hem sembolik bir hedefti. O, Yahudi halkı için kaos tehlikesinin sebebi olmuştu. Bunun için Rabin durdurulmalıydı. Rabin’in yere düşüşü, kötü kaderin önüne geçilmesi demekti.

Amir, aynı zamanda kendi hayatını bu uğurda kurban veren bir şehitti. Bu nedenle o, suç alanından kaçmayı denemedi. Mahkemede suçsuz çıkarılmayacağından da kesin olarak emindi. Eyleminin karşılığını görmeye tamamen hazırdı.[56]

Yigal Amir ve diğer bütün Yahudi şiddet eylemcileri, eylemlerini Tanrının eylemleriyle özdeşleştirmişlerdir. Onların inancına göre İsrail’in intikamcı Tanrısı, üç bin yıldan önce Mısır’dan çıkış esnasında Firavun’un zelil edilmesi ile başlayan zamandan beri Yahudi olmayanlarla savaşmaktadır. Kash partisinin lideri Haham Meir Kahane’ye göre Tanrının Yahudi olmayanlarla savaşı, günümüzde İsrail’in kurulması sürecinde devam etmektedir. Yahudiler savaşırken Tanrının adı yücelmektedir.[57]

Şiddet eylemlerini Tanrının intikam eylemleriyle özdeşleştiren Yahudi milliyetçiler,  Ortodoks Yahudiliğin liturjisinden beslenmektedirler. Çünkü Ortodoks dua düzeni, Tanrının intikamından söz eden ifadeler içermektedir. Ortodoks Yahudiler her Şabat’ta (Cumartesi), Tanrıyı düşmanlarından intikam almaya çağırırlar. Pek çok Ortodoks çocuk: “Ya Rab, ey öçler Tanrısı, ey öçler Tanrısı, nurunu saç!” (Mez. 94:1) giriş cümlesiyle başlayan ilahileri söylemeyi öğrenir.[58] Ortodoksluğun dışındaki Yahudi mezheplerinin dua düzenlerinde bu tür ifadelere yer verilmemiştir.

 

 

 

 

 

[1] Mark Juergensmeyer, Yeni Soğuk Savaş, Çeviren: Adem Yalçın, Pınar Yayınları, İstanbul 2001, s. 260.

[2] Bkz. Juergensmeyer, s. 246-256.

[3] Juergensmeyer, s. 246-247.

[4] Bkz. Juergensmeyer, Sf. 246.

[5] Juergensmeyer, s. 247.

[6] Bkz. Barry Moser, “Blood & Stone: Violence in The Bible & The Eye Of The Illustrator”, Cross Currents, Summer 2001, s. 220.

[7] Çıkış 12: 29.

[8] Bkz. Çıkış 16: 4-12.

[9] Hoşea 11: 1.

[10] Örneğin Bkz. Sayılar 11: 19-20.

[11] Sayılar 14: 36-38.

[12] Sayılar 16: 31-33.

[13] Sayılar 16: 35.

[14] Sayılar 21: 6.

[15] Çıkış 32: 27-28.

[16] Çıkış 32: 33. Toplum içi şiddet uygulamaları için ayrıca bkz. Sayılar 25: 1-5.

[17] Levililer 26: 14-39.

[18] İbranilere 11: 37-38.

[19] Mezmurlar 111: 10.

[20] Vaiz 12:13.

[21]. Yunus 3-4. Baplar.

[22] Tesniye 13: 6-11; 17: 2-7.

[23] Levililer 24: 14-16.

[24] Sayılar 15: 32-36.

[25] Levililer 20: 27.

[26] Tesniye 22: 13-29.

[27]. Tesniye 21: 18-21.

[28]. Bkz. Tesniye 21: 21.

[29] Bu Yedi Kavim Şunlardır: Hittiler, Girgaşiler, Amoriler, Kenanlılar, Perizziler, Hiviler Ve Yebusiler.

[30] Tesniye 20: 16-17.

[31] Sayılar 31: 15-17.

[32] I. Samuel 15: 2-3. Amelekilerle ilgili Rabbani literatürdeki tartışmalar için bkz. Seth D. Kunin, “Israel and the Nations: A Structuralis Survey”, Journal for the Study of  the Old Testament 82 (1999), s. 24-26.

[33] Bkz. Maimonides, The Commandments, Translated By Charles B. Chavel, Soncino Press, New York 1991 (Beşinci Basım), I/202-204.

[34] Bkz. Maimonides, The Commandments, I/202-203’deki Rabbi Chavel’in Notu.

[35] Tesniye 20: 12-14.

[36] Tesniye 20: 20.

[37] Bkz. Maimonides, Mişne Tora, giriş ilavesiyle İngilizçeye çev: Philip Birnbaum, New York 1974, Melakhim, 9: 1.

[38] Bkz. Çıkış 12. Bap.

[39] Çıkış, 13: 11-16.

[40] Bkz. I. Krallar 8:63.

[41] Levililer 18:5.

[42] Bkz. Kitzur Shulhan Arukh, İngilizceye çev: Hyman E. Goldin, Hebrew Publishing Company, New York 1963, s. 108.

[43] Sanhedrin, 74a.

[44] Bazı metinlerde İsrail kelimesinin olmadığı söylenmektedir. Bkz. Mişna, 388. sayfadaki 4. Dipnot.

[45] Mişna, Sanhedrin 4:5. Krş Maide 32: “İşte bu yüzdendir ki İsrailoğulları’na şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler.”

[46] Bkz. Mişna, Makkoth 1:10.

[47] Alfred J. Kolatch, The Second Jewish Book of Way, New York 1988, s. 283.

[48] Hoşea 14: 3.

[49] TB. Megillah, 3b.

[50] Dua metni için bkz. Siddur (Seferadi), İbranice-İngilizce, İngilizce çev: Rabbi nosson Scherman, The Art Scroll Mesorah Series, Brooklyn 1990, s. 35.

[51] Yusuf Besalel, Yahudilik Ansiklopedisi, Gözlem Yayınları, İstanbul 2001, II/342.

[52] Juergensmeyer, s. 261-262.

[53]  Samuel Peleg, “They Shoot Prime Ministers Too, Don’t They? Religious Violence In Israel: Premises, Dynamics, And Prospects”, Studies in Conflict &Terrorism, Jul-Sep97, Vol. 20 Issue 3, 231.

[54] Peleg, s. 235.

[55] Şiddet eylemleri hakkında detaylı bilgi için bkz. Kepel, s. 201-211.

[56] Peleg,

[57] Juergensmeyer, s. 258.

[58] Chaim Seidler-Feller, “Not by Might and Not by Power: Kahanism and Orthodoxy”, Tikkun, January/February 1991, Vol. 6, Num. 1, s. 22.

 

YAHUDİLİKTE DİN KAVRAMI VE DİN ANLAYIŞI

                                                                                                                                               Prof. Dr. Baki ADAM

Yahudilikte din kavramının ne olduğuna, hangi kelimelerin din anlamında kullanıldığına geçmeden önce Yahudilik açısından dinin ne anlam ifade ettiğine bakmak gerekir. Her din gibi Yahudilik de, kendinden başka din tanımaz. Ortodoks Yahudilerin anlayışı böyledir. Bununla birlikte Yahudilik, kendisinin onayladığı ilkeler bakımından Yahudilik dışındaki bazı inanç biçimlerini reddetmez. Bunların bütününü oluşturan sistemleri kendisi gibi birer din olarak tanımasa da bu sistemlere uyanları kurtulmuş gözüyle bakar, onları tamamen dalalette görmez. Çünkü bu ilkeler, Adem’den Sina’daki vahye kadar Allah’ın bütün insanlık için vahyettiği evrensel genel ilkelerdir. Bunlara “Şeva mitsvot bney Noah” (Nuhilerin yedi kanunu) adı verilir. Bu ilkeler şunlardır:

1.        Putperestlikten kaçınmak,

2.        Küfürden kaçınmak,

3.        Zinadan kaçınmak,

4.        Adaleti sağlayacak adalet kurumlarını oluşturmak,

5.        Kan dökmemek,

6.        Hırsızlık yapmamak,

7.        Canlı hayvandan et koparıp yememek

Yahudi bilginlerine göre, Sina’daki vahiy öncesi dönemde yaşayan bütün insanlar gibi İsrailoğullarının ataları İbrahim, İshak ve Yakup da birer Nuhi idi[1]. Sina’da gerçekleşen vahiy olayından sonra İsrail ırkından olanlar Tora’nın buyruklarıyla mükellef kılındı. Diğer milletler ise, Nuh yasaları üzerine hayatlarını devam ettirmede serbest bırakıldılar. Bu Nuh Yasaları, vahiy yoluyla Tora’da Musa’ya bildirildi. Bu bakımdan, bu yasalara Nuhilerin yanında Yahudilerin de uyması gerekir. Özetle belirtmek gerekirse, Nuhiliğin yedi yasası aynı zamanda Tora’nın, yani Yahudilerin de yasasıdır.

Daha önce maddeler halinde sıraladığımız bu ilkeler, tamamen insanın maslahatına yönelik ilkelerdir. Bu ilkelerle, insanların toplu halde barış ve huzur içinde yaşamalarının güvence altına alınması hedeflenmiştir. Bu ilkeler, beş madde halinde İslami literatürde de yer almaktadır. İyi tetkik edilirse, bütün dinlerde bu temel ilkelere rastlanabilir. O zaman buradan hareketle, dinin genel geçer bir tanımına ulaşmak da mümkün olabilir.

Din ile ilgili kavramlar

Eski Ahid’de dini ifade eden belli bir kavram yoktur. Yahudiler arasında da belli bir döneme kadar din karşılığında kullanılan İbranice bir kavram olmamıştır. Cantwell Smith’in dediği gibi, Yahudiler kendi dinlerinden söz etmek istediklerinde çeşitli kelimeler, kavramlar, semboller kullanmışlardır.

Bugün batı dillerindeki “religion” karşılığında kullanılan “dath” kelimesi, Babil sürgünü dönüşünde kullanılmaya başlamıştır.  İlk defa Ezra ve Ester kitaplarında bu kelime “hüküm”, “yargı”, “kanun” anlamında kullanılmıştır. Bu bakımdan Mordachai Menahem Kaplan gibi bazı  modern Yahudi din bilginleri, Yahudi kutsal metinlerinde ve rabbani metinlerde “religion” karşılığında hiçbir kelimenin kullanılmadığını iddi etmişlerdir. Solomon Zeitlin bu iddiaların, Yahudi kültürünü bilmemekten kaynaklandığını ileri sürmektedir. Ona göre “dath” kelimesi, Tannaim literatüründe  tam olarak din karşılığında kullanılmıştır.  O, bu görüşünü ispat etmek için Talmud’un Sukkah 56b bölümünde yer alan “Hamir et dato” ifadesini, “kanununu, yolunu değiştirdi” anlamı yerine “dinini değiştirdi” şeklinde tercüme etmiştir[2].

“Dath” kelimesi, lugat anlamı itibarıyla “kanun, hüküm, yargı” gibi hukukla ilgili anlamlar ifade etmekle birlikte, Yahudi bilginler bu kelimeyi ortaçağdan itibaren Batı dillerindeki “religion”, ve Arapça’daki “din” kelimesiyle aynı anlamda kullanmaya başlamışlardır. Maimonides gibi Müslümanlarla temasta olan Yahudi bilginler, İslami bir terim olan “usulu’d-din”i, “dinin esasları” anlamında “ikkarey ha-dat” şeklinde adapte etmişlerdir[3]. Hıristiyan dünyasıyla temasta olanlar da bu kelimeyi “religion” karşılığında kullanmışlardır. Elijah Delmedigos’un Behinat ha-Dat (1496) isimli kitabı bunun örneğidir[4]

   İbranice’de “dat”ın yanında, lugat anlamı itibarıyla onunla aynı anlamı taşıyan “din” kelimesi de vardır. Fakat bu kelimenin, Arapça’daki “din” kelimesi gibi bir kullanımı yoktur. Bu kelime, “dath” gibi kanun anlamına gelmekle birlikte ıstılahtaki kullanımı kanunun uygulanma boyutuyla ilgilidir. Bu kelime, “dath” kelimesiyle birlikte “kanun ve kanunun uygulanması” anlamında bir terim olarak da kullanılır. “Din” kelimesinin Kur’an-ı Kerim’deki “yevmi’d-din” gibi “yom ha-din” şeklinde, “hesap günü”, “ilahi adaletin tecelli ettiği gün” anlamında kullanımı da bulunmaktadır. Aynı şekilde,  “Bet-din şel ma’alah” (ilahi mahkeme) gibi bir terim de vardır ki, bunun anlamı “ilahi mahkeme” demektir. Geleneğe göre, herkes Roş-haşana ve Yom Kippur’da bu mahkemede yargılanır.

Din ile ilgili diğer bir terim “tora”dır. Rabbani metinlerde ve diğer dini içerikli kitaplarda  din anlamında genellikle bu terim kullanılır. Bu terimin Arapça’daki “din” terimi gibi bir çok anlamı bulunmaktadır. Bu anlamları şu şekilde gruplandırabiliriz:

1.        Eğitim, öğretim, ilim,

2.        Din, şeriat, kanun, hüküm, mezhep,

3.        Musa’nın şeriatı,

4.        Musa’nın beş kitabı ve bundan kinaye Eski Ahid’in tümü,

5.        Teori, sistem, bilimin herhangi bir branşıyla ilgili prensipleri ihtiva eden kılavuz kitap.

Klasik kaynaklarda “tora”, tamamen din anlamında kullanılmıştır. Rabbani tanımlamalara bakılırsa Tora, Sanskritçedeki “dharma” ile Arapçadaki “din” gibi evrensel bir hakikati ifade etmektedir. Rabbiler, “Putperestliği inkar eden Tora’yı bütünüyle ikrar etmiş olur” demişlerdir (Sifre, Sayılar 110). Maymonides, Delaletü’l-Hairin’de Rabbilerin bu sözününün önemini hatırlatmıştır (3:29). Buna göre Tora’nın evrensel temel ilkesi, Tanrıdan başkasına tapmamaktır. Tanrı’ya inanan ve ondan başka Tanrı tanımayan herkes Tora’nın  kapsam alanındadır. Meşhur Ferisi Rabbi Hillel, Tora’nın temel ilkesini ahlaki bir davranışla açıklamıştır. Talmud’da anlatılan bir hikayeye göre, Rabbi Hillel’e bir yabancı gelir. Kendisine, tek ayağı üzerinde dururken bütün Tora’yı anlatabilirse Yahudiliğe gireceğini söyler. Hillel, onun bu isteğini anlamsız görmez, kızmaz, ve ona şu tek cümleyi söyler: “Nefsin için uygun görmediğini komşuna yapma! Tora’nın hepsi budur; kalanı yorumdan ibarettir. Git ve çalış!”. Hillel’in burada sözkonusu ettiği Tora, elbette Tevrat değildir. O, bununla dini kastetmiştir. “Tora”nın din anlamında kullanımı bugün de yaygındır; Yahudilikten bahsedilirken “Tora” terimi kullanılır.

Tora ile ilgili bu Rabbani tanımlamalar, elbette subjektiftir. Rabbiler, kendilerince önemli gördükleri bir ilkeyi Tora’nın temel ilkesi haline getirmişlerdir. Fakat, hemen hepsinin Tora tanımında insanın maslahatı yatmaktadır. Maymonides, Musa’nın peygamberliğinin eşsiz ürünü olarak değerlendirdiği Tora’nın iki hedefinin bulunduğunu belirtir. Bu iki hedef, bedenin ve ruhun salahıdır. Yani, Tora’nın hedefi insanı mükemmelleştirmek ve onu mutlu kılmaktır (Delaletü’l-Hairin, 3:27). 

                   Bizim “Yahudilik”, Batılıların “Judaism” ve Yahudilerin kendilerinin “Yahadut” olarak kullandıkları  isme gelince; “Judaism” terimini ilk defa Miladi I.asırda, Yunanca konuşan Yahudiler kullanmıştır. Bunun İbranice karşılığı “Yahadut” terimine ortaçağ Yahudi literatüründe tek tük rastlanmaktadır. Zamanımızda ise bu terim artık çok sık kullanılır olmuştur.  Modern dönemde, “Judaism” ve “Tora” terimleri birbirinin yerine kullanılabilmektedir. Ancak aralarında bir nüans farkı vardır. “Judaism” (Yahudilik/Yahadut) Yahudi kültür ve medeniyetinin tümünü, “Tora” ise bu kültür ve medeniyetin içinde yer alan dini çağrıştırır. “Tora”, bazı Yahudi bilginlerine göre evrensel ilahi yasadır. Bazılarına göre ise Yahudilerin sahip olduğu ve onları diğerlerinden farklılaştıran bir mirastır.

Bugün Yahudiler, “religion” ve “din” karşılığında “dat” terimini kullanırlar. Dindar için “dati”, dindarlık için “datiyut” derler. Diğer dinlerden bahsederken yine “dat”ı kullanırlar; “Dat İslam” ve “Dat Nastrut” gibi.

Yahudilik üzerine çalışan bilim adamları, “avodath elohim”, “yir’ah”, ve “emunah” gibi bazı terimlerden de bahsetmişlerdir. Fakat bunların hepsi, gerçek anlamda dini ifade etmekten uzaktır. Dolayısıyla, bunların üzerinde durmayı gerekli görmüyoruz.

Din Anlayışı

Dinle ilgili kavramlar üzerinde kısaca durduktan sonra, şimdi, Yahudilikteki daha doğrusu Yahudilerdeki din anlayışı konusunda daha anlaşılır şeyler söyleyebiliriz.

Yahudilikte, dinle ilgili kavramların da çağrıştırdığı gibi, din deyince akla ilahi yasalar gelir. Bu nedenle bazı bilim adamları Yahudiliği, bir dogmalar dini değil, ilahi yasalar dini olarak görmüşlerdir. Bunun nedeni, Tevrat’ta nelere inanılması gerektiği konusunda belirlenmiş dogmaların olmamasıdır. Tevrat’ta, Allah’a, peygamberlerine, meleklerine, kitaplara, ahiret gününe iman gibi şeylerden bahsedilmemektedir. Tevrat, inan-inanma gibi telkinlerde bulunmaz. O, yapacaksın veya yapmayacaksın gibi eyleme dönük belirlemelerde bulunur ve bunların ihlali durumunda uygulanacak cezaları belirtir. Ahlaki meseleler bile suç ve ceza  çerçevesinde söz konusu edilir. Kur’an “Ebeveynine öf bile deme” derken, Tevrat “Annesine, babasına lanet eden öldürülecek” der. Maymonides’in 13. asırda  tespit ettiği on üç maddelik iman esasları tartışmasız dogmalar değildir. Hasdai Crescas ve Yosef Albo gibi Yahudi din bilginleri Maymonides’in belirlediği bu dogmaları eleştirmişlerdir. Bugün Ortodoksların dışında hiç kimse bunları tartışılmaz dogmalar olarak görmemektedir.

Tevrat’ı incelediğimiz zaman, hayatın her alanına ilahi yasalarla müdahale edildiğini görürüz. Giyimin biçiminden, ziraata, toplumun örgütlenmesine, hatta cüzzam hastalığı karşısında yapılacak işlere kadar her şey en ince detayına kadar ilahi yasalarla belirlenmiştir. Tevrat’ta din-dünya ayrımı söz konusu değildir. Her şey dinin içindedir ve her şeyin hükmü ilahi yasalarla belirlenmiştir. Tevrat’taki yasaları Yahudi din bilgini Rabbiler yoruma tabi tutarak daha da detaylandırmışlardır. Örneğin; Tevrat’taki On Emir’de “Cumartesi günü hiçbir iş yapmayacaksın. O gün, ne sen, ne oğlun, ne kızın, ne hizmetçilerin ne de hayvanların iş yapacak” denir. Rabbiler bundan hareketle, tavuğun Cumartesi günü yumurtladığı yumurtanın yenmeyeceğini bildirmişlerdir. Bugün İsrail’deki Yeşiva (medrese) öğrencileri, Yılbaşı bayramı Roş Ha-Şana’da yumurtlanan yumurtanın da yenmeyeceğini söylemektedirler.

Özetle belirtmek gerekirse, Yahudilik her şeyi yasalara bağlamış ve yasaları da dinleştirmiştir. Solomon Zeitlin bu konuda şunları söyler: “Yunanlılar yasaların felsefesini, Romalılar da bilimini yaptılar. Yahudiler ise yasaları din haline getirdiler”.

   Söz konusu ettiğimiz bu din anlayışı Ortodoks Yahudilik için geçerlidir. Ortodoks Yahudilik, Tevrat’ın yasalarının bugün de aynen uygulanmasını ister. Hiçbir yasa değiştirilemez, hatta değiştirilmesi bile teklif edilemez. Bununla birlikte, bizde karşılığı “aşırı dinci” olan Ultra-Ortodokslar bile bugün Tevrat’ın bütün emir ve yasaklarına uyamamaktadırlar. Çünkü Tevrat’ın bir çok yasası modern hayatın şartlarıyla uyum sağlamamaktadır. Zamanı Tevrat’a uydurmak mümkün olmadığı gibi, yukarıda söylenenlerle çelişkili gibi görünmekle birlikte, Tevrat’ın bütün yasalarının ebedi olduğu dogmasından da vazgeçememektedirler. Bu nedenle, bazı yasaların uygulanmasını askıya almışlardır. Anlayışlarına göre, Mesih gelip Tevrat’ın bütün yasalarının uygulanabileceği ortamı oluşturduğu zaman bu yasalar uygulanacaktır. Bu bakımdan, her ne kadar Yahudiliğin dogmasız bir din olduğu ileri sürülse de Ortodoks Yahudiliğin katı dogmaları bulunmaktadır.

Geleneksel anlayışı bugün olduğu gibi devam ettiren Ortodoks Yahudilik, Yahudiliğin ilahi yasalardan ve bir takım dogmalardan meydana geldiğini ve bunların değişmesinin mümkün olmadığını savunurken, Yahudiliği zamanın şartlarına uydurma yanlısı olan yenilikçi anlayış bunun tam tersini iddia etmektedir. Ortodoks anlayış, dini yasaların yorumunu yapıp hikmetini araştırırken, yenilikçi anlayış Tanrı’nın genel-geçer değişmez yasalar koyup koymadığını sormaktadır. Değişim yanlısı modern Yahudi, yasaların kaynağı olan Tevrat’a ve Rabbani Halakhah’a (dini kurallar) eleştirel bakmaktadır. Bu bakışın derecesi gruplara ve kişilere göre farklılık göstermektedir.

Bütün bu söylediklerimizi maddeler halinde özetleyecek olursak, Yahudilikteki, daha doğrusu Yahudilerdeki din anlayışı konusunda şunları söyleyebiliriz:

1.        Yahudilikte, din için kullanılan tek bir terim yoktur. Bugün kullanılmakta olan “Yahadut” ve “dath” terimleri dış tesirler nedeniyle sonradan ortaya çıkmıştır.

2.        Kur’an’daki din kavramını karşılayabilecek terim “Tora”dır.

3.        Yahudilik, hayatın her alanına müdahale eden ilahi yasalardan meydana gelmektedir. Yahudilikte, din-dünya ayrımı yoktur; Her şey dinin içindedir.

4.        Yahudilikte din, yani Tora evrenseldir. Nuh’un yedi yasasına uyanlar da Tora’nın kapsam alanındadır.

 

 

 

  

 

[1] . Talmud Bavli, İngilizce-İbranice, İngilizce çevirinin editörü: Yehezkel Epstein, Soncino Press, London 1984-1990, Sanhedrin 59a; Ayrıca bkz. Lopes Cardozo, The Infinite Chain, Jerusalem 1989, sf. 64.

[2] . Bkz. Solomon Zeitlin, “The Halakhah”, Understanding The Talmud, Derleyen: Alan Corre, New York 1975, sf. 312.

[3]. Jewish İdeas and Concepts, Editör: Steven T. Katz , Shocken Books, New York 1977 (JİC), sf. 144.

[4]. JİC, sf. 149.

Published in: on Ağustos 26, 2006 at 6:34 pm  Comments (4)  

The URI to TrackBack this entry is: https://kendihalinde.wordpress.com/2006/08/26/yahudilik-2/trackback/

RSS feed for comments on this post.

4 YorumYorum bırakın

  1. bu din hakında herşeyi öğrenmek istiyorum

  2. çok iyi çok tsk ederim hazırlayanlara ALLAH razı olsun

  3. çok güzeldi.tebrikler

  4. çok teşekkürler 😀


Yorum bırakın